Marx’ın üçüncü ciltte ortaya koyduğu teorilerden biri, kapitalizmin kendi çelişkileri nedeniyle kaçınılmaz olarak çökeceği yönündeydi. Ona göre kapitalist düzen, işçileri günden güne yoksullaştırıp güçsüzleştirerek sonunda bir devrimle yıkılacaktı. Özellikle sanayileşmiş ülkelerde, işçi sınıfının bilinçlenip ayaklanması yakın görünüyordu. Ancak aradan geçen zaman, bu öngörülerin bir ölçüde tutmadığını göstermiştir. Kapitalizm, Marx’ın beklediğinin aksine, 19. Yüzyıldan 21. Yüzyıla dek farklı şekiller alarak varlığını sürdürdü. Dört büyük devleti bu yönden incelersek;
İNGİLTERE VE AMERİKA: Marx’ın yaşadığı dönemde sanayileşmenin merkezi olan İngiltere’de ve yine sanayi kapitalizminin hızla geliştiği Amerika Birleşik Devletleri’nde Marx, işçi sınıfının devrimci bir dönüşüm gerçekleştireceğini düşünmüştü. Bu ülkelerde işçi hareketleri hak mücadelesi verse de, hiçbir zaman bir komünist devrime varmadı. Kapitalizm çökmek bir yana güçlendi. İngiltere ve ABD 20. Yüzyılda dünyanın önde gelen zengin ülkeleri haline geldi. İşçiler, özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısında bu toplumlarda giderek daha iyi yaşam koşullarına kavuştu. Örneğin Marx’ın döneminde bir işçinin sıradan bir ceket alması büyük bir masraftı. Örneğin 1860 larda bir işçi haftada 22 peni kazanırken bir normal bir ceketin fiyatı 42 peniydi. Oysa günümüzde işçiler temel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde, ev, araba, elektronik eşyalar gibi pek çok tüketim malına erişebilmektedir. Bu, işçi sınıfının mutlak manada giderek fakirleşeceği öngörüsünün gerçekleşmediğini gösterir. Elbette günümüzde de zenginlerle yoksullar arasında farklar vardır, ancak genel yaşam standartları Marx’ın zamanına göre önemli ölçüde yükselmiştir. Bunun çeşitli sebepleri olmuştur: Gelişmiş ülkelerde demokrasi ve işçi mücadeleleri sonucunda çalışma saatleri sınırlandı, asgari ücret uygulamaları, sendikalar ve sosyal haklar ortaya çıktı. Devletler, işçilere emeklilik, sağlık sigortası, işsizlik yardımı gibi güvenceler sağlayarak aşırı yoksulluğun önüne geçmeye çalıştılar. Bu reformlar, kapitalizmi işçiler için tamamen katlanılmaz bir sistem olmaktan kısmen çıkardı. Ayrıca kapitalist sistem büyük ekonomik büyüme dönemleri yaşadı; pastanın büyümesiyle işçiler de ücret artışları alabildi. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa ve Amerika’da ortaya çıkan geniş bir orta sınıf, toplumdaki uçurumu daraltan bir tampon görevi gördü. Toplum artık sadece zengin patronlar ve yoksul işçilerden ibaret değildi; arada memurlar, mühendisler, öğretmenler, küçük esnaflar gibi milyonlarca insanlık bir orta tabaka oluştu. Bu orta sınıf, Marx’ın öngördüğü gibi “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan” bir kitle oluşmasını engelledi. İşçiler kendilerini toplumda tamamen çaresiz ve devrimden başka çıkar yolu yok görmediler; bunun yerine oy vererek siyasi değişim arama, sendikalarla hak talep etme ya da bireysel olarak daha iyi bir yaşama ulaşma hedeflerine yöneldiler. Kısaca, İngiltere ve ABD gibi ülkelerde işçi sınıfı Marx’ın beklediği düzeyde radikalize olmadı. Bu ülkeler tam tersine sermaye birikimi, özel mülkiyet, ulus-devlet ve hatta milliyetçilik gibi “sağ” diyebileceğimiz değerlerin kalesi haline geldiler; işçiler de bu düzen içinde yaşamaktan genel olarak memnun oldular ve bir devrim ihtiyacı hissetmediler. Ayrıca dini inançlar, millî kimlik gibi unsurlar da birçok işçinin önceliği oldu ve “dünya işçileri birleşin” sloganı hayata geçmedi. Sonuç olarak Marx’ın özellikle gelişmiş sanayi toplumları için öngördüğü devrim senaryosu gerçekleşmedi. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Batı Avrupa’da sosyal devlet uygulamaları, refah devleti kurumları ve güçlü sendikalar sayesinde işçilerin çalışma saatleri kısaltıldı, ücretler yükseltildi ve sosyal haklar (işsizlik sigortası, emeklilik, sağlık hizmetleri vb.) tesis edildi. Örneğin bugün birçok gelişmiş ülkede yasal haftalık çalışma süresi 35–40 saat civarındadır (Fransa’da 35 saat, ABD’de 40 saat, Almanya’da 38 saat vb.) fazla mesaiye sınırlamalar getirilmiştir. Çalışma sürelerindeki bu azalma, 19. Yüzyıla kıyasla ciddidir. Gerçekten de sanayileşmiş ülkelerde günümüz tam zamanlı çalışanları, 19. Yüzyıldaki atalarından haftada 20-30 saat daha az çalışmaktadır ve bu tarihsel bir ilerlemedir. Ücretler ve yaşam standartları da aynı şekilde yükselmiştir: Avrupa Birliği’nde gelir dağılımı Türkiye’ye nazaran eşitlikçidir.) Avrupa toplumlarında geniş bir orta sınıf oluşmuş; asgari ücretle çalışanların oranı oldukça düşüktür ve çoğu işçi yoksulluk sınırının üzerinde bir yaşam sürmektedir. Örneğin Lüksemburg, Hollanda, Almanya gibi ülkelerde asgari ücret aylık 2.000-2500 €’dolaylarındadır ve bu tutar, o ülkelerde temel geçim ihtiyaçlarını karşılamaya genellikle yeterlidir. Sosyal güvenlik harcamaları Avrupa’da milli gelirin büyük bir kısmını oluşturur; işsiz kalan, hasta olan veya emekli olan bireyleri koruyan mekanizmalar güçlüdür. Kısacası, Batı dünyasında kapitalizm, işçilerin durumunu iyileştirerek kendini istikrarlı kılmıştır. Bu dönüşümde işçi sınıfının sendikalar aracılığıyla verdiği mücadeleler (ör. 8 saat çalışma hakkı, asgari ücret yasaları, grev hakkı) belirleyici olmuştur. Sermaye sınıfı, Marx’ın öngördüğü devrimi engellemek için de diyebileceğimiz şekilde, işçilere refah pastasından daha fazla pay vermeyi kabul etmiştir.
RUSYA VE ÇİN: İlginçtir ki Marx’ın devrim beklediği Batı ülkelerinde değil, daha az gelişmiş ülkelerde sosyalist devrimler yaşandı. 1917’de Rusya’da, 1949’da Çin’de komünistler iktidara gelip özel mülkiyete dayalı düzeni yıkarak Marx’ın hayalini kısmen gerçekleştirdiler. Ancak bu durum bile Marx’ın öngörülerinden önemli sapmalar içeriyordu. Bir kere Marx, sosyalist devrimin gelişmiş sanayi toplumlarında olacağını düşünüyordu; oysa Rusya ve Çin devrim zamanında çoğunlukla köylü ve feodal yapılara sahip toplumlardı. Nitekim bu ülkelerdeki devrimler, Marx’ın tanımladığı anlamda bilinçli bir sanayi işçi sınıfı hareketinden çok, savaş ve kaos ortamında gerçekleşen siyasi altüst oluşlardı. İkincisi, bu devrimler Marx’ın nihai hedeflediği özgürlükçü, sınıfsız toplum ile sonuçlanmadı. Sovyetler Birliği’nde ve Mao dönemi Çin’de yeni bir devlet sınıfı veya parti bürokrasisi ortaya çıktı; politik baskı ve diktatörlük yöntemleri egemen oldu. Marx, sosyalizmin sonunda devletsiz komünizme evrileceğini hayal etmişti, fakat Sovyet deneyimi baskıcı bir devlet yapısıyla 70 küsur yıl devam etti. 1991’de Sovyetler Birliği çöktüğünde, Rusya’da kapitalizm adeta kaldığı yerden geri geldi Çin ise 1980’lerden itibaren devlet kontrolünde piyasa ekonomisine geçti. Bugün Çin, resmi olarak sosyalist-komünist ideolojiye sahip olsa da, fiilen kapitalist üretim biçimini geniş ölçüde uygulayan bir ülke. Yani Marx’ın beklediği gibi kapitalizmin tamamen sona erip dünya çapında komünizmin zaferi gerçekleşmedi; tam tersine sosyalist sistemler ya çöktü ya da kapitalizmle uzlaştı. Bunun nedenleri üzerine pek çok teori var. Bir neden, bu ülkelerde sosyalizmin fakir ve zor şartlarda kurulmasıydı; ekonomik zorluklar ve dış baskılar, ideal bir komünist toplum inşasını imkânsız hale getirdi. Bir diğer neden, insan doğası ve siyasetle ilgilidir. Marx, kapitalist sınıf ortadan kalkarsa devlet kendiliğinden sönümlenir diye düşünse de, pratikte iktidarı elinde tutan yeni elitler oluştu ve bunlar gücü bırakmadı. Kısacası Rusya ve Çin örnekleri, Marx’ın hem devrim öngörülerinin koşullarına uymadı, hem de sonuçta kapitalizmin tamamen yok olmadığını gösterdi. Bu deneyimler, Marx’ın teorisinin uygulamada beklenenden farklı sonuçlar verebileceğini ortaya koydu. Uzak Doğu’daki sanayileşmiş ülkelerde de zamanla işçi koşulları görece iyi bir seviyeye ulaşmıştır. Japonya ve Güney Kore gibi ülkeler, başlangıçta otoriter veya hızlandırılmış bir kapitalist sanayileşme yaşamış olsalar da zamanla işçi ücretlerini ve refahını ciddi ölçüde arttırmışlardır. Örneğin Güney Kore’de 2025 yılı için aylık asgari ücret yaklaşık 1.571 Euro seviyesine yükselmiştir. Japonya’da ulusal ortalama asgari ücret 2025 yılında aylık 1.198 € olarak belirlenmiştir. Bu rakamlar, Türkiye’nin 2025 Eylül itibariyle 452 €’luk asgari ücretiyle kıyaslandığında çok yüksektir. Elbette yaşam maliyetleri de ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir, ancak satın alma gücü paritesine bakıldığında dahi bu ülkelerde asgari ücretlinin alım gücü Türkiye’dekinden katbekat fazladır. Ayrıca Japonya ve Güney Kore’de işçiler genellikle Türkiye’ye kıyasla daha kısa saatler çalışırlar (OECD verilerine göre Güney Kore’de haftalık çalışma süresi 38 saat, Japonya’da 40 saate yakındır) ve daha fazla sosyal hakka sahiptirler. Güney Kore’nin 1980’lerden itibaren demokratikleşme süreciyle beraber sendikaların güçlenmesi, asgari ücretin düzenli artışı, çalışma saatlerinin kademeli kısaltılması gibi adımlar atılmıştır. Japonya’da şirket merkezli refah (örneğin yaşam boyu istihdam geleneği, çalışanlara konut ikramiye sağlanması vb.) ve devlet politikaları sayesinde işçiler orta sınıf standartlarında yaşayabilmiştir. Dolayısıyla Uzak Doğu’nun başarılı ekonomilerinde de Marx’ın “işçilerin sürekli yoksullaşması” tezi tam anlamıyla gerçekleşmemiştir; tersine, belirli bir noktadan sonra işçiler büyüyen ekonomiden pay almış, geniş bir tüketici orta sınıf oluşmuştur. Bu nedenle Marx’ın modelindeki gibi bir proleter devrime zemin oluşmamıştır
Önemli Not: Elbette bu, Marx’ın tüm fikirlerinin geçersiz olduğu anlamına gelmez. Bugün bile dünyada zengin ve yoksul uçurumu, sömürü, ekonomik krizler gibi olgular devam ediyor ve Marx’ın bunlara dair analizleri değerini korumaktadır. Örneğin Marx, kapitalizmin küreselleşeceğini öngörmüştü gerçekten de kapitalizm bugün dünya pazarına hükmediyor. Ayrıca zenginlik birikiminin beraberinde yoksulluğun da birikmesini getirmesi fikri de tartışılıyor. Günümüzde birkaç yüz milyarderin milyarlarca insandan daha zengin olması buna bir örnek sayılabilir. Ayrıca emperyalizmin özellikle Afrika’yı sömürmesiyle Batı, daha iyi koşullar altındayken Afrika iyice yoksullaştırmıştır. Avrupa ve Abd de de evsiz yoksullar az da olsa vardır.
Sonuç olarak, Marx’ın kapitalizmin akıbetine dair kehanetleri tam olarak gerçekleşmemiş olsa da, onun analiz ettiği birçok eğilim (örneğin tekelleşme, gelir eşitsizliği, kriz döngüleri) hala güncelliğini koruyor. Marx, kendi döneminin ötesine geçen bir kavrayışla kapitalizmi çözümledi; ancak insan toplumunun gidişatı, teorisinin öngördüğünden daha karmaşık bir yol izledi.
PEKİ BİZDE DURUM NE?
MARX’IN MODELİ VE TÜRKİYE: 2025 İŞÇİ REFAHININ 19. YÜZYILA BENZERLİĞİ
Türkiye’de 2025 itibarıyla özellikle asgari ücretli işçilerin yaşam koşulları ve refah düzeyi, Karl Marx’ın 19. Yüzyılda gözlemlediği kapitalist düzen koşullarına çarpıcı biçimde benzemektedir.
Marx’ın Modeli ve 19. Yüzyıldaki İşçi Koşulları
Karl Marx, 19. Yüzyıl sanayi kapitalizmini incelerken işçilerin uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve kötü yaşam koşullarına mahkum edildiğini vurgulamıştı. Sanayi Devrimi döneminde fabrika işçileri günde 14–16 saate varan, haftada altı gün çalışma gibi aşırı mesailer yapıyor; buna rağmen kazançları ancak temel geçimlerini sağlamaya yetiyordu. Örneğin 19. Yüzyılda sanayileşmiş ülkelerde tam zamanlı çalışanlar, günümüzden haftada yaklaşık 20–30 saat daha fazla çalışıyorlardı. Çocuk işçiliği yaygın olup iş güvenliği neredeyse yoktu, maden ocakları ve fabrikalarda sık sık ölümcül kazalar yaşanıyordu. Marx, bu düzenin işçileri “proleterya” adı altında sömürdüğünü, kapitalistlerin işçilerin ürettiği değerin önemli bir kısmına (artı-değere) el koyarak zenginleştiğini ileri sürdü. Sonuçta emek ile sermaye arasında keskin bir sınıf çatışması doğduğu ve işçiler giderek yoksullaştı.
2025 Türkiye’sinde İşçi Sınıfı: Düşük Ücretler ve Yüksek Eşitsizlik
Türkiye’de günümüz emekçilerinin durumu, birçok bakımdan Marx’ın incelediği erken kapitalist dönem koşullarını andırmaktadır. Gelir dağılımı adaletsizliği Türkiye’de oldukça yüksektir: Gelir eşitsizliğinin bir göstergesi olan Gini katsayısı 0,44 düzeyindedir bu, OECD ortalamasının (0,30) çok üzerindedir. Başka bir deyişle Türkiye, gelir dağılımında dünyanın en adaletsiz ülkeleri arasındadır; OECD verilerine göre piyasa geliri eşitsizliği Türkiye’de ikinci, vergiler ve transferlerden sonraki nihai gelir eşitsizliği ise üçüncü en yüksek düzeydedir. TÜİK’e göre Türkiye’de hane halkı yıllık ortalama (medyan) geliri 2024 de 374.899 TL sadece yaklaşık 10 bin dolar iken OECD’de bu değer 30 bin dolar civarındadır. Bu durum, geniş halk kesimlerinin görece düşük gelirle yaşadığını, milli gelirden yeterince pay alamadığını göstermektedir. Nitekim Türkiye’de göreli yoksulluk oranı da %13,5 ile OECD ortalamasının (yaklaşık %11,7) üzerindedir. Tüm bu göstergeler, işçilerin refah seviyesinin düşüklüğüne ve servetin toplumda adil dağılmadığına işaret etmektedir.
Asgari ücret ve çalışan yoksulluğu konusu da bu tabloyu doğrular niteliktedir. 2024 ve 2025’te Türkiye’de asgari ücrete yüksek oranlı zamlar yapılmış olsa da yüksek enflasyon nedeniyle bu zamlar gerçek alım gücüne tam yansımamıştır. 2025 Eylül itibarıyla Türkiye’de brüt aylık asgari ücret yaklaşık 531 € düzeyindedir. Bu tutar, bir aday ülke olarak Türkiye’yi AB ülkelerinin bir kısmıyla karşılaştırınca birçok Avrupa ülkelerinin çok altındadır. Asgari ücretli bir Türk işçinin kazancı, Lüksemburg, İrlanda, Fransa gibi refah seviyesi yüksek ülkelerdeki emekçilerin kazancının üçte birinden bile azdır. Dahası, Türkiye’de asgari ücret düzeyi açlık ve yoksulluk sınırının altında kalmaktadır. İşçi sendikası TÜRK-İŞ’in hesapladığı açlık sınırı (dört kişilik bir ailenin sadece gıda için gereken asgari harcaması) 2025 Temmuz ayında 26.413 TL iken, yoksulluk sınırı (gıda ve diğer zorunlu giderler) 86.036 TL olarak ölçülmüştür. Bu dönemde net asgari ücret yaklaşık 22.104 TL olduğundan, bir asgari ücretli aile bırakın yoksulluk sınırını, açlık sınırını dahi karşılayamamaktadır. Kısacası, asgari ücretli kesim “çalışan yoksullar” olarak tanımlanabilecek bir durumdadır: Tam zamanlı çalışsalar bile hanelerini yoksulluktan kurtaramamaktadırlar. Asgari ücret rekor enflasyonlarla erimekte ve Sefalet endeksinde Türkiye liderliği zorlamaktadır.
Ücretler genelinde de dağılım sıkıntılıdır. Yapılan araştırmalar, Türkiye’de ücret yapısının alt kısma doğru sıkıştığını göstermektedir. Öyle ki asgari ücret, ortalama bir ücret haline gelmeye başlamıştır. Pek çok ücretli çalışan asgari ücret civarında kazanmaktadır. Üstüne üstlük, 2020-2025 arasında yüksek enflasyon karşısında ücretler gerçek olarak gerilemiştir. İşgücü piyasasında sendikalaşma ve toplu pazarlık zayıf olduğundan işçiler enflasyon karşısında ücretlerini korumakta zorlanmaktadır. Nitekim Türkiye’de işçi sendikalarına üyelik oranı çok düşüktür ve asgari ücret artışları dışındaki kesimler ücret artışı için pazarlık gücüne sahip değildir. Bu durum Marx’ın “yedek sanayi ordusu” kavramını akla getirmektedir: Çalışabilir nüfusun önemli bir kısmının işsiz veya eksik istihdam koşullarında bulunması, çalışanların pazarlık gücünü kısıtlar. Türkiye’de de düşük istihdam oranı ve özellikle kadınların işgücüne katılımının azlığı nedeniyle büyük bir işsiz/işsiz kalma riski taşıyan yedek işgücü ordusu oluşmuştur. Sonuç olarak çalışanlar, işten çıkarılma korkusuyla düşük ücrete ve uzun mesaiye razı olmak durumunda kalmaktadır. Bu, ücretlerin milli gelir içindeki payının çok düşmesine, iş saatlerinin uzun olmasına ve iş güvencesizliğinin artmasına yol açmıştır. Nitekim resmi verilere göre Türkiye’de toplam ücretlerin GSMH içindeki payı son yıllarda belirgin biçimde gerilemiş, kuşa dönmüştür. Bu tablo, Marx’ın dönemindeki sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü hatırlatmaktadır: İşçiler, üretimden aldıkları pay azalırken, sermaye sahiplerinin kârları ve servet birikimleri artmıştır.
Ağır Çalışma Koşulları ve Güvencesizlik
Marx’ın yaşadığı dönemde işçiler sadece düşük gelirle değil, aynı zamanda uzun çalışma saatleri ve kötü çalışma koşullarıyla da mücadele ediyordu. Türkiye’de 2025 itibarıyla çalışma saatleri ve koşulları açısından da benzer sıkıntılar göze çarpmaktadır. OECD verilerine göre Türk işçileri Avrupa’nın en uzun saat çalışanlarıdır: Türkiye’de haftalık ortalama çalışma süresi 44,2 saat ile tüm Avrupa ülkeleri içinde en yüksek düzeyde iken, Avrupa Birliği ortalaması haftada 36,1 saattir. Yani Türkiye’de bir emekçi haftada ortalama 8 saat (günde 1-2 saat) fazla çalışmaktadır. Örneğin Hollanda’da ortalama haftalık çalışma süresi sadece 32,2 saat iken (Avrupa’daki en düşük değer), asgari ücret aylık 2.245 € seviyesindedir; buna karşılık Türkiye’de bundan 10 saat daha fazla çalışılmasına rağmen asgari ücret yalnızca 452 € seviyesindedir. Bu çarpıcı karşılaştırma, Türkiye’de emek yoğun çalışmaya karşın elde edilen gelirin çok düşük olduğunu göstermektedir.
Fazla mesai, düzensiz çalışma ve güvencesizlik Türk çalışma hayatının yaygın unsurlarıdır. Özellikle kayıt dışı çalışmanın bulunduğu sektörlerde işçiler çok uzun saatlere varan mesailere kalmakta, fazla mesai ücretini alamamakta veya sözleşmesiz çalıştırılmaktadır. Marx’ın zamanında işçiler iş güvencesi olmadan çalışır, hastalandıklarında veya yaşlandıklarında gelirleri olmazdı; bugün de Türkiye’de benzer şekilde taşeron işçilik, geçici sözleşmeler ve kayıt dışı istihdam yoluyla birçok emekçi iş güvencesinden mahrumdur. Örneğin, mevsimlik tarım işçileri veya inşaat işçileri çoğu kez sosyal güvenceden yoksun çalışmakta; bu da onları hem düşük ücrete hem de iş kazası riskine açık hale getirmektedir.
İş kazaları ve işçi sağlığı konusundaki veriler, Türkiye’nin mevcut durumunu en çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Ne yazık ki Türkiye, işyeri ölümleri açısından Avrupa’da en kötü sicile sahip ülkelerden biridir. 2024 yılında Türkiye’de en az 1.897 işçi iş kazaları sonucunda hayatını kaybetmiştir. Bu rakam, Türkiye’nin nüfusu AB toplamının yaklaşık beşte biri olmasına rağmen, 27 Avrupa Birliği ülkesinin aynı yıl kaydettiği toplam iş kazası ölümünün (3.347 kişi) yarısına yakındır. Yani Türkiye’de işçiler, Avrupa ortalamasına kıyasla katbekat daha riskli ve sağlıksız ortamlarda çalışmaktadır. Tüm sektörler incelendiğinde bu sorun ortadadır: 2025 yılının ilk yarısında meydana gelen iş cinayetlerinde ölen işçilerin %30’u sanayi sektöründe, %25’i inşaatta, %24’ü hizmetlerde, %21’i tarımda çalışmaktaydı. Yani sanayiden inşaata, tarımdan hizmete her alanda işçiler iş güvenliğinden yoksun bir şekilde hayatlarını riske atmaktadır.
Dahası, Marx’ın dönemini andırırcasına çocuk işçiliği ve ileri yaşlarda çalışmak zorunda kalma gibi olgular Türkiye’de hala görülmektedir. Örneğin sadece Haziran 2025 ayında Türkiye’de en az 4 çocuk işçi iş kazalarında can vermiştir (bir tanesi 14 yaşından küçük, diğerleri 15–17 yaşlarındaydı). Yine aynı ay içinde ölen işçilerden 15’i 65 yaş ve üzerindeydi, 33’ü ise 50-64 yaş aralığındaydı. Bu durum, birçok emekçinin emeklilik veya yaşlılık döneminde bile geçinebilmek için çalışmak zorunda kaldığını göstermektedir. Nitekim raporlarda, yetersiz emekli maaşı nedeniyle 70’li yaşlarında çalışırken ölen işçilere dair trajik örnekler vardır. Örneğin İzmir’de 75 yaşında bir emekli, geçimini sağlamak için taksi durağında çalışırken fenalaşarak hayatını kaybetmiş; Yozgat’ta 71 yaşındaki bir inşaat işçisi, yüksekten düşerek vefat etmiştir. Bu tür vakalar, Marx dönemindeki emeklilik güvencesi olmayan yaşlı işçilerin durumunu hatırlatmaktadır. Benzer şekilde, 16-17 yaşında staj yaparken veya tarlada çalışırken hayatını kaybeden gençler de modern Türkiye’de karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunlar, Türkiye’de işçi sınıfının hala 19. Yüzyıl vahşi kapitalizm koşullarına benzer zorluklar yaşadığının göstergesidir: İşçiler uzun saatler çalışmakta, iş kazası riskine maruz kalmakta, çocuklar ve yaşlılar dahi ekonomik zorunlulukla çalışmaya itilmekte, üstelik bu fedakârlıklarına rağmen kazandıkları ücret temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemektedir.
Özetle, Avrupa, ABD ve gelişmiş Asya ülkelerinde kapitalizm, işçi sınıfının hoşnutsuzluğunu azaltacak reformlar yaparak “tuttu” – yani ayakta kaldı ve geniş toplumsal destek buldu. Türkiye’de ise benzer düzeyde bir iyileşme görülmediği için Marx’ın kapitalizm eleştirisi ve modeli hala geçerli görünmektedir. Türkiye, sosyal devlet göstergelerinde de geri kalmıştır: Örneğin sağlık, eğitim gibi kamusal harcamaların milli gelir oranı OECD ortalamasının çok altındadır. Yoksullukla mücadelede devletin sunduğu gelir transferleri sınırlıdır. Tüm bunlar bir araya geldiğinde, Türkiye’de işçiler hem piyasadaki güçsüz konumları hem de devletin yeterince destek sağlayamaması nedeniyle adeta 19. Yüzyıl vahşi kapitalizmini andırır biçimde yaşam mücadelesi vermektedirler. Bu sebeple Marx’ın kapitalizm eleştirisi ve ortaya koyduğu model, Türkiye’deki sorunların analizinde ve çözüm arayışında bugün bile önem taşımaktadır.
Gelecek Bölüm ; Marx ve Din