İslam dini içinde hadislerin konumu konusunda farklı yaklaşımlar vardır. Geleneksel Sünnî anlayış, Kuran-ı Kerİm ile birlikte Hz. Peygamber’in hadis ve sünnetini dinin ikinci temel kaynağı kabul eder. Buna karşılık bazı çevreler, hadisleri toptan reddetmemekle birlikte sadece Kur’an’a uygun olan hadisleri benimser; Kur’an’a veya akla aykırı görülen rivayetleri ise reddeder. Bu ikinci yaklaşım, zahirde Kur’an’ı merkeze alıyor gibi görünse de aslında yine hadis literatürünü bir ölçüt olarak kabul etmektedir.
Geleneksel Sünni ulema, sahih ve güvenilir ravilerle aktarıldığı sürece, Kur’an’a uygun olsun veya olmasın her hadisi dini delil kabul edenler. İkincisi ise, ılımlı hadisçiler diyebileceğimiz gruptur. Hadislere mesafeli görünür, “Ben hadisleri Kur’an süzgecinden geçiririm; sadece akla ve Kur’an’a uygun olan az kısmını kabul ederim” derler. İlk bakışta Kur’an merkezli bir yaklaşım sergileseler de, aslında bu ikinci grup da birincisi gibi hatadadır. Zira her iki yaklaşım da Kur’an dışında hadis adlı ikinci bir kaynağa kapı aralamaktadır. Aralarındaki tek fark, ikincilerin daha az hadis almasıdır; ama sonuç değişmez. Dinde Kur’an’dan başka kaynak tanımadıkça, hadis kapısını tamamen kapatmadıkça, o aralık kapıdan giren hurafelerin, çelişkilerin ve şeytani saptırmaların önü alınamaz. Hadislere “az da olsa” otorite vermeye devam edenler, aslında Kur’an’ın tek kaynak oluşu ilkesini çiğnemekte ve dine insan yapımı rivayetleri karıştırma hatasını sürdürmektedir. Kur’an ayetleriyle, İslam’da tek hakiki kaynağın Kur’an olduğunu ve tüm hadislerin bütünüyle reddedilmesi gerekildiği bellidir. Bundan sonra söyleyecek söz yoktur.
Ancak biz yine de bunlara gerek olmasa da hadisçileri kendi silahıyla vurmak için de Hz. Muhammed’in hadis yazdırmadığını, hadis külliyatının siyasİoyunlar, kişisel çıkarlar ve İsrailiyat (yabancı uydurma etkiler) sonucu oluştuğunu birçok kere kanıtladık. Sonuçta, ister geleneksel ister ılımlı olsun, hadislere dayanan her görüşün aslında Kur’an’a aykırı olduğu anlaşılacak; hadislerin bir safsata yığını olarak görülüp dinden tamamen çıkarılmasının zorunlu olduğu nettir.
Önemli Not: Kuran Ayetlerinden Sonra Bu Konuya Nokta Konulsa da, Sırf Hadislere İnananların Kendi İnandığı Kitaplardaki Çelişkileri Göstermek İçin Yine de Hadis Kitaplarına Bir Göz Atalım
Öncelikle şunu vurgulayalım: Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed, kendi sözlerinin din adına kayda geçirilmesine asla izin vermemiş, bunu açıkça yasaklamıştır. Bu, bizzat kendi inandıkları hadis kaynaklarının da naklettiği bir gerçektir. En güvenilir hadis kitaplarından Sahih-i Müslim’de ve Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde Hz. Muhammed’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Benden Kur’an dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kur’an dışında bir şey yazmışsa imha etsin.” Yine Darimî’nin Sünen’inde, sahabenin Allah’ın Elçisinden sözlerini yazmak için izin istediği fakat kendilerine izin verilmediği belirtilir. El-Hatib el-Bağdadi’nin Takyidü’l-İlm adlı eserinde geçen bir rivayet ise olayı daha da netleştirir: Sahabe, Hz. Peygamber’in hadislerini yazmaktayken Allah’ın Elçisi çıkagelir ve “Yazdığınız nedir?” diye sorar. Onlar “Senden işittiğimiz hadislerdir” deyince, Peygamberimiz şöyle uyarır: “Allah’ın Kitabı dışında başka bir kitap mı istiyorsunuz? Sizden önceki milletler, Allah’ın Kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için yoldan çıktılar.” Hatta Tirmizi’de de sahabenin “Allah’ın Elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi” dediği yer alır. Görüldüğü gibi Resulullah, kendi inandıkları kitaplarda da Kur’an dışında hiçbir sözünün yazıya geçirilmesini istememiş; tam aksine yasaklamıştır.
Bu tarihi gerçek, son derece önemlidir. Çünkü geleneksel Ehl-i Sünnet anlayışına göre hadisler de tıpkı Kur’an gibi dinin hüküm kaynağıdır; Allah’ın Kitabı yanında “Sünnet” adıyla Peygamber’in hadisleri de dini bağlayıcıdır derler. Peki öyleyse, eğer hadisler dinin Allah katındaki ikinci kaynağı idiyse, Bizzat hadis kitaplarında yazan şudur ki; Hz. Peygamber nasıl olur da bunların yazılmasını yasaklar? Böyle bir yasak, insanların dini bilgiyi eksik öğrenmesine, Peygamber’in sözlerinin unutulup karışmasına yol açmaz mıydı? Bu, Ehl-i Sünnet yaklaşımına göre akıl almaz bir durumdur. Kur’an’da kalemle yazıya büyük önem verilir; vasiyetin ve borcun bile yazılması emredilir. Ne hikmetse! son derece önemli dini hükümler içerdiği iddia edilen hadislerin ise yazılmasına izin verilmemiştir. Eğer hadisler de dinin vazgeçilmez bir parçası olsaydı, Allah’ın Elçisi mutlaka onların yazılmasını teşvik eder, tedbir alırdı. Oysa rivayetler bunun aksini, yani yazdırmadığını ve hatta menettiğini söylüyor. Bu durumda ancak tek bir çıkarım mümkündür: Hadisler, dinin Allah katında konulmuş bir parçası değildi ki Peygamber onların kayıt altına alınmasını gerekli görmedi. Bu tutarsızlığı meşrulaştırmak için Gelenekçilerin; ‘’Hadisler Kuran ile karışmasın diye bilinçli olarak yazdırılmadı’’ diyerek Kur’an gibi Alemlerin biricik Rabbi olan Yüce Allah’ın koruma sözü verdiği bu son kutsal kitabı, hadislerle karışacak diye nitelendirmeleri korkunçtur.( Gerçi ayetleri keçinin yiyip hükmünün dinden düştüğüne inanlar için bu ne ki?) Buna inananlar tabi ki gerçek Müslüman değildir. Nitekim Resulullah’ın asıl sünneti, kendi adına Kur’an’a ilaveler yapan kitaplar yazdırmak değil, hiç yazdırmamaktır. Çünkü din adına tek kaynak Kur’an’dır ve bu gerçeği en iyi bilen kişi elbette Hz. Muhammed’dir. O, ileride ümmetin teferruat merakını, peygamberlerini neredeyse ilahlaştıracak takıntılarını, rivayetlere boğularak parçalanacaklarını önceden öngörmüş ve hadis yazımını yasaklayarak gerekli tedbiri almıştır. Peygamberimizin bu öngörüsünün ne kadar isabetli olduğunu, bugün oluşan devasa hadis literatürüne ve onun sebep olduğu ihtilaflara bakınca daha iyi anlıyoruz.
Yine hadis ve siyer kaynaklarından alıntılarsak; Hz. Peygamber’in vefatından sonra da sahabe, hadislerin yazıya geçirilmesi konusunda asla izin vermeyerek gayet net davranmıştır. Dört Halife devrinde, Resulullah’tan duyduklarını ve bunların yazılı metinler haline getirilmesine izin vermedikleri tarihi kaynaklarda belirtilir. Mesela ilk halife Hz. Ebu Bekir’in, rivayete göre, toplamış olduğu yaklaşık 500 hadislik bir nüshayı bizzat yaktırdığı anlatılır. Üvey kızı Hz. Âişe şöyle aktarmıştır: “Babam, Resulullah’tan 500 hadis derlemişti. Bir gece yatağında dönüp durdu. (Sabah olunca) ‘Kızım, yanındaki hadisleri getir’ dedi. Getirdim. Ateş istedi ve onları yaktı. Neden yaptığını sorunca şöyle cevap verdi: ‘Bu hadisler yanımda olduğu halde ölmek istemiyorum. İçinde güvendiğim kişilerden duymuş olsam da aslında nakledildiği gibi olmayan sözler bulunmasından ve onları öyle rivayet etmekten korkuyorum.’” Görüldüğü üzere Hz. Ebubekir, güvenilir sandığı ravilerden duymuş olsa bile hadislerin şirk olduğunu bildiği için bunları bırakıp gitmeyi doğru bulmamıştır. Yine ikinci halife Hz. Ömer’in de hadis rivayetlerine karşı mesafeli olduğu, hatta sahabeden Ebu Hureyre gibi çok hadis anlatanları uyardığı, bazı rivayetleri yasakladığı tarihi kaynaklarda geçer. Ömer bin Hattab, kendi halifeliği zamanında insanların Kur’an yerine hadislere yönelmesinden endişe etmiş “Allah’ın Kitabı ortadayken başka kitaplar yazmaya gerek yok” demiştir. (Bu tavrını, bazı kaynaklar onun “Kur’an bize yeter” sözüyle dile getirdiğini belirtir). Kısacası, Hz. Peygamber’in yakınında bulunan kuşak, hadislerin yazılıp yaygınlaştırılması konusunda son derece dikkatli ve net davranmıştır. Bu dönem için meşhur hadisçi el-Harevî şöyle der: “Ne sahabe ne de tâbiîn hadisleri yazıyorlardı’’. Bunun bir istisnası yoktur. İlim kaybolup alimler teker teker vefat etmeye başlayınca, 8. Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz, Ebu Bekr bin Hazm’a bir mektupla hadisleri araştırıp yazmasını emretmiştir. Görüldüğü gibi, yaklaşık 90 yıl boyunca (Hicri birinci asır sonlarına dek) hadisler sistematik bir tedvin (derleme) görmedi. Emevi halifesi Ömer bin Abdülaziz (hicri 99-101) devlet eliyle ilk defa yazdırma girişiminde bulundu. Bu göreve Ez- Zuhri görevlendirildi. Fakat onun vefatından sonra gelen halife Yezid bin Abdülmelik bu çalışmayı durdurdu; daha sonra Hişam bin Abdülmelik zamanında meşhur Muhammed bin Ez-Zuhri, ilk ciddi hadis toplayıcısı olarak işe girişti. Bu süreç bile zoraki ve halifenin baskısıyla yürümüştür. Nitekim Ez-Zuhri’nin şu itirafı nakledilmiştir: “Biz hadis yazmaktan hoşlanmıyorduk. Ne var ki o yöneticiler bizi buna zorladılar.” Bu cümle, hadislerin kitaplaşmaya başlamasının ardında siyasî otoritenin baskısı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim yazdığı hadislerde buna örnektir. Örnek; ‘’Müslümanlara, emir sahiplerine itaatı farzdır.’’ ‘’Başınızda siyahi bir köle bile olsa emirlerini dinleyin itaat edin.’’ ‘’Kureyş’e İtaat edin.’’ Vb.
Hadislerin yazıya geçirilmesi asıl olarak Abbasi döneminde, Hicri ikinci asrın sonlarında ivme kazandı. İlk derli toplu eser, mezhep imamı Mâlik bin Enes’in el-Muvatta’ adlı kitabıdır. Rivayete göre Mâlik, Muvatta’sına on bin civarı hadis almış, ancak her yıl gözden geçirip eleme yapa yapa eserindeki hadislerin çoğunu çıkarmıştır; öyle ki “biraz daha yaşasa elindeki çok az hadis de kitapta kalmayacakmış” denir. Onu, Ahmed bin Hanbel’in Müsned’i takip etti . Dikkat çekicidir, bu ilk büyük derlemelerde hadisler “sahih, zayıf” diye kesin ayrımlarla tasnif edilmiş değildi – yani o dönemde rivayet seli içinde gelen her türlü sözü kitabına alan bu müellifler, daha henüz sahihlik kriterlerini netleştirememişti. Hadisleri sahih-zayıf diye derecelendirerek eleme yapma çabası, Hicri 3. Yüzyılda Buhari ile başlar. Ondan önce ciddi bir ayıklama sisteminin olmadığı bizzat hadis tarihçileri tarafından kabul edilir. Ne var ki Buhari’nin ve öğrencisi Müslim’in “sahih hadis kitabı” oluşturma gayreti bile eldeki on binlerce uydurma rivayeti bütünüyle temizlemeye yetmedi. Buhârî 600 bin rivayetten süzerek 7000 hadis aldıysa da, bu onun seçtiklerinin kesinlikle doğru olduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde Müslim de 300 bin arasından derledi. Kalan yüz binlerce rivayet içinden hangilerinin tamamen uydurma olduğu hususu ise asla tam tesbit edilemedi. Zira hadis uydurmacılığı öylesine çığırından çıkmıştı ki, en güvenilir denilen altı hadis kitabı (Kütüb-i Sitte) bile kendi aralarında tutarsızlıklarla doludur. Örneğin Buhari ile Müslim birçok hadis üzerinde birbirini yanlışlamakta; biri “sahih” derken öbürü aynı rivayeti eserine almamaktadır. Hatta hadis ravileri konusunda bile çelişkiler vardır: Mesela İkrime adlı ravi, Buhari ve pek çok hadisçiye göre son derece itibarlı kabul edilirken, Müslim’e göre “yalancıdır”! En ilginçi, Ehl-i Sünnet’in en meşhur hadisçisi Buhari’nin, en meşhur fıkıh mezhebinin kurucusu olan İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi “güvenilmez (gayr-i sika)” ilan edip ondan tek bir hadis bile nakletmemesidir. Yani en güvenilir hadisçi, en büyük imamı güvenilmez bulmuştur. Hakaretler etmiştir. Bütün bu örnekler, hadisçilere göre “din” hükmü taşıyan onca rivayetin aslında ne kadar tartışmalı ve belirsiz olduğunu gösterir. Esasen rivayet ilminde cerh-ta’dil denilen, ravilerin güvenilirliğini tespit işi başlı başına içinden çıkılmaz bir sorundur. Kur’an’ın hiçbir yerinde “Peygamber’i gören herkes adaletlidir, asla yalan söylemez” diye bir garanti olmadığı halde, hadisçiler sahabe kuşağını bütünüyle güvenilir sayıp, Cennetle müjdelendirip, onların aktardığı her haberi makbul görme eğilimindedir. Oysa Kur’an, Peygamberimize “Müslümanım” diyen bazı kişilerin aslında münafık olduğunu, hatta Medine’deki münafıkların hepsini Resulullah’ın dahi bilmediğini söyler (Tevbe 9:101). Peygamber hayattayken bile kimin ihlâslı, kimin ikiyüzlü olduğunu bütünüyle bilemezken, ondan 150-200 yıl sonra yaşayan hadis imamları ravilerin niyetini, sadâkatini nasıl bilebilmiştir? Aradan 7-8 nesil geçmiş ve isnat edilen kişilerin hepsi ölmüşken bu soruya makul bir cevap yoktur. Buhari de bulunan ravilerin 430 tanesi Müslim’de, Müslim de bulunan ravilerin 630 tanesi de Buhari de yer almaz. (Toplamları zaten 1500 ravidir) Hadis piramidi diye hayali bir piramit yapılsa mantıken Hz. Muhammed zamanı en çok hadis olmalı sonra zamanla azalmalıdır. Ama ne hikmetse! tam tersi olmuştur.
Ayrıca sayısız çelişkilere örneklerden biri de; hem hadisler Kuran la karışmasın diye Peygamber döneminde yazılmadı görüşüne inanmaları hemde Abdullah bin Amr ‘n Es Sahifetü’s- Sadıka’ yı Hz. Muhammed zamanında yazdığına inanmalarıdır. Tabi ki bu iddia safsatadır. Ne orijinal metin ve nüsha vardır ne de ondan bahseden sahabeler. Buna kanıt diye getirdikleri şey Ahmet b. Hanbel’in yazdığı Müsned kitabıdır. Yani Amr dan 200 sene sonra biri çıkıp 855 te,’’ Amr böyle bişey yazmıştı’’ demiş. Bu sözü de Gelenek kanıt olarak önümüze sunmaktadır. Bu trajikomiktir. Kahredicidir.
Bu hataya Yahudiler ve Hristiyanlarda düşmüşlerdi.
Öte yandan, hadis metinlerinin kendi içeriklerine baktığımızda da sayısız çelişki, akıl ve Kur’an dışı anlatım, hatta imkânsızlıklar görürüz. İslam düşmanları asırlardır bu uydurma rivayetleri kullanarak dine saldırmış, müslümanları zor durumda bırakmıştır. Örneğin Şeytan’ın Peygamber’e vahiy anında musallat olup ağızından Lat, Menat, Uzza putlarını öven sözler söylettiğini iddia eden “Garanik Hadisi” gibi rivayetler tamamen uydurma olduğu hâlde kitaplara girmiş; Salman Rüşdî gibi yazarlar bunları kullanıp Kur’an’a iftira atmıştır. Başka bir örnek, “Uğursuzluk üç şeydedir: ev, kadın ve at” şeklinde Ebu Hureyre’den gelen bir hadistir. Bu rivayet zahiren kadınları aşağılayan, cahiliye tipi batıl inancı teyit eden bir sözdür. Siyah köpekte Cahiliye de uğursuz ve eşytani semboldür. Bizzat sahabenin itiraz ettiği böylesi rivayetler, hadis literatürünün ne derece güvensiz olabileceğine dair çarpıcı bir örnektir. Yine aynı kitaplar da Allah’ın Resulü, veda hutbesinde (en çok sahabenin şahit olduğu kabul edilen) müminlere “Size öyle bir şey bıraktım ki, ona sımsıkı sarıldıkça asla sapıtmazsınız: Allah’ın Kitabı” demiştir – O’nun ashabına vasiyeti de Kur’an olmuştur. (Geleneksel kaynaklarda geçen “sünnetim” ifadesi ise tutarsız rivayetler arasındadır; birçok İslam alimi veda hutbesindeki sahih naklin “Kitabullah” olduğunu belirtir.)Üstelik daha Resulullah’ın vefatından birkaç on yıl sonra bile bazı kimselerin, Peygamber sözü ile başka kişilerin sözünü birbirine karıştırdığı bilinmektedir. 41 tane farklı rivayet ismi olup (daha ismi bilinmiyor), soyağacı tam bilinmeyen, Hz. Muhammed’in yanında bir rivayette 3, birinde 2, birinde 1 buçuk yıl kalmış olan ve rekor seviyesinde 5400 e yakın(Kütüb-i Sitte’nin 6 da 1 i) hadis aktaran Ebu Hureyre (Kedicik Babası) için ünlü Tarihçi Bişr bin Said şöyle demiştir: “Vallahi Ebu Hüreyre’nin meclisinde bulunurduk, bize Resulullah’tan ve Ka’b el-Ahbâr’dan rivayetler aktarırdı. Ebu Hureyre kalkıp gittikten sonra bakardık ki aramızdaki bazıları, Resulullah’ın hadisini Ka’b’ın sözü, Ka’b’ın sözünü de Resulullah hadisi diye nakletmeye başlamış!” Ardından insanları “Allah’tan korkun ve hadis naklinde dikkatli olun” diye uyarmıştır. Bu olay, İsrailiyat denilen Yahudi kaynaklı efsanelerin, Ka’b el-Ahbâr gibi sonradan müslüman olmuş kişiler vasıtasıyla hadislerin arasına nasıl sızdığını ele verir. Nitekim tarih boyunca bazı âlimler, özellikle en çok hadis rivayet eden sahabe Ebu Hüreyre’nin, Yahudi bilgini Ka’b el-Ahbâr’dan duyduğu İsrailiyat hikâyelerini hadismiş gibi naklettiğini ve bu rivayetlerin “Tevrat ve Talmud’un bir kopyası gibi” olduğunu söylemişlerdir. Tüm bu bilgiler ışığında açıkça ortaya çıkıyor ki: Hadis külliyatı, vahiy güvencesine sahip olmayan; içine menfaat için uydurulan sözlerin, israiliyat masallarının, siyaseten servis edilen “yorumların” karıştığı karmakarışık bir beşerî havuzdur. İçinden seçilen “sahih”ler dahi tartışmalıdır ve Kur’an ile karşılaştırıldığında dinin özüne aykırı pek çok ifade barındırırlar.
Bu hataya Yahudiler ve Hristiyanlarda düşmüşlerdi.
Tipik ‘‘Hadisleri Kaynak Saymıyorsunuz Ama Başka Kitaplar İnceliyorsunuz, Yazıyorsunuz’’ Sorusu; Öncelikle buna verilecek cevap; incelenen kaynaklar veya yazılan kitaplarda, hadisler gibi Yüce Allah’a meleklerine, nebilerine iftiralar atılmaması, dinde bir kaynak olma temeliyle oluşturulmaması, Kuran’ın yetersizliğini savunarak ortaya çıkmış olmaması vb. gerekliliğidir. Hadislerin yazılış amacı zaten bellidir. Ehli kitap binlerce yıldır bu hataya düşmüşlerdir.
GELENEKSEL SÜNNÎ HADİS ANLAYIŞI
Sünnî İslam’da “Kur’an ve Sünnet bütünlüğü” esastır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ifadesiyle “Güzel dinimizin iki temel kaynağı vardır: Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz’in sünneti” Sünnet, Hz. Muhammed’in söz, fiil ve onaylarından ibaret hayat tarzıdır ve Kur’an’ın açıklayıcısı olduğu için ondan sonra ikinci delil kabul edilir. Bu anlayışa göre:
Hadisler bağlayıcıdır: Hz. Peygamber’in güvenilir nakille aktarılan söz ve uygulamaları İslam’da hüküm koyucu bir kaynaktır. Kur’an’da bulunmayan ayrıntılar hadislerle belirlenir. Nitekim Sünnî literatürde, “Size iki şey bırakıyorum: Allah’ın Kitabı ve Resul’ünün sünneti” hadisine atıfla, peygamber sünnetine uymanın sapmaktan koruyacağı vurgulanır. Sahih hadis kitapları da Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynaklar sayılır.
Sünnet vahiy kaynaklıdır: Geleneksel görüş, peygamberin sünnetini “gayri metluv vahiy” (okunmayan vahiy) diye nitelendirerek, Hz. Muhammed’in dini konularda hevâsından konuşmadığını (Necm 53:3-4) kabul eder. (Buradaki durum aslında risaletin aynen tebliğidir) Bu nedenle sahih hadislerde yer alan her bilgi ve hükmün ilahi koruma altında olduğu, bâtıl barındırmayacağı savunulur. Sünnetin dindeki bağlayıcılığını reddetmek, Sünnî ulemaya göre peygamberin risaletini inkâr etmekle eşdeğer görülür.
Kur’an tek başına yeterli görülmez: Mezhepçi Sünnî anlayış, Kur’an’ın bir hayat kitabı olarak detaylarda yetersiz kalacağını, bu yüzden hadis ve diğer kaynaklara ihtiyaç duyulduğunu ileri sürer. Hz. Peygamber’in Kur’an’ı açıklayıp uygulayarak bize gösterdiği; onun olmasa namaz, zekât gibi ibadetlerin bile doğru dürüst anlaşılamayacağı iddia edilir. Mesela namazın rekât sayıları, zekât nisapları, helal-haram sınırları gibi birçok hükmün Kur’an’da açık olmadığı, bunları sünnet ve icma ile öğrenebileceğimiz görüşü yaygındır.
Özetle geleneksel Sünnî yaklaşım, hadis ve sünneti Kur’an’la birlikte dinin vazgeçilmez bir kaynağı sayar. Bu yüzden de “Kur’an ve Sünnet bütünlüğü” sloganıyla hareket ederek, sadece Kur’an diyerek hadisleri ikinci plana atmaya çalışanları şiddetle eleştirir. Hatta hadis-sünnet inkarını bir sapıklık olarak yaftalayan çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Bu çevreler, hadisleri toptan reddedenleri “Peygamberi devre dışı bırakıp onu sadece postacı seviyesine indirgemekle” suçlamıştır.
“KUR’AN’A UYGUN HADİS” YAKLAŞIMI
Hadisleri tamamen inkâr etmeyen ancak eleştirel bir süzgeçten geçirmeye çalışan bazı çevreler ise, dinen bağlayıcı olarak sadece Kur’an’a aykırı olmayan hadisleri kabul etmek gerektiğini savunur. Bu yaklaşımda esaslar şöyledir:
Hadislerin Kur’an’a arzı: Hz. Peygamber’e nispet edilen bir rivayet eğer Kur’an’daki bir hükme, inanca veya ilkeye ters düşüyorsa, o hadisin gerçekten peygamber tarafından söylenmediği (sahih olmadığı) kabul edilir. Zira prensipleri açısından “Allah’ın Elçisi Kur’an’a aykırı bir şey söylemez, yapmaz” denir. Bu nedenle geçmiş hadis mirasının Kur’an ölçütüne vurularak elenmesi önerilir: “Eğer Kur’an’la hadis arasında çelişki varsa o hadis Rasulullah’a ait değildir. Öyleyse uzmanlar bütün hadisleri Kur’an’la test etmeli ve müslümanlar Kur’an’a uygunluğu sabit olan hadislerle amel etmelidir” denilmektedir.
Akıl ve bilim süzgeci: Bu görüşü benimseyenler, rivayetlerin sadece senedine (aktarılma zincirine) değil, metnine (içerik) de bakılması gerektiğini vurgular. Aklı, bilimsel gerçekleri veya evrensel ahlakı bariz şekilde hiçe sayan rivayetler ayıklanmalıdır. Nitekim hadis literatüründe yer alan ve İslam’a zarar verdiği düşünülen bazı sözlerin peygambere ait olamayacağı, bunların ya uydurma ya da yanlış anlaşılma ürünü olduğu belirtilir. Örneğin “uçan deve” misali garip mucize anlatımları, akıl dışı hurafeler veya Kur’an’ın ruhuna ters hükümler taşıyan rivayetler reddedilir.
Sadece “sahih” hadisleri alma iddiası: Bu yaklaşım, sahih hadis kitaplarındaki rivayetlerin de yeniden değerlendirilmesini, zayıf görülenlerin dini hükme kaynak yapılmamasını öngörür. “Kur’an’a uygun hadis sahih hadistir” sözüyle özetlenebilecek bu anlayışta, Buhari ve Müslim gibi kaynaklardaki bazı hadislerin bile (mesela şefaati kabul eden veya recm cezasını destekleyen rivayetlerin) ayıklanması gerekebileceği söylenir. Yani küllî bir reddiyeden ziyade seçici bir tutum vardır.
Bu ikinci grup, hadis otoritesini toptan reddeden “Kur’ancılar”dan farklı görünmek için, “Biz sünneti inkâr etmiyoruz; Kur’an’a ve sahih sünnete aykırı uydurma rivayetlere karşıyız” der. Mesela “Kur’an’a ve sahih hadislere aykırı uydurma hadisleri ayıklamalıyız” şeklinde ifadeler kullanırlar. Tarihte de bazı alimlerin (örneğin erken dönem Mutezile’nin) benzer şekilde akla ve Kur’an’a aykırı hadisleri kabul etmediği, ama uygun bulduklarını benimsediği görülmüştür. Günümüzde bu yaklaşımı savunanlar kendilerini “ hadisi reddeden ehli Kur’an” (Kur’an ehlî) değil, “sünnetin doğru anlaşılması” taraftarı olarak sunmaya çalışır. Ancak sonuç olarak, dinde Kur’an dışı bir kaynağı kısmen de olsa meşru kabul etme noktasında geleneksel görüşle buluştukları açıktır.
İKİ GÖRÜŞÜN ORTAK NOKTALARI (MADDELER HALİNDE)
Her ne kadar biri hadislerin tamamını otorite sayıp diğeri bir kısmını elese de, geleneksel Sünnî anlayış ile “Kur’an süzgecinden geçirilmiş hadis” yaklaşımı arasında şu ortak noktalar bulunmaktadır:
İkinci Kaynak Kullanımı: Her iki görüş de Kur’an dışında ikinci bir dini kaynak fikrini benimser. Biri tüm sahih hadis külliyatını referans alırken, diğeri ancak Kur’an’a uygun bulduğu hadisleri seçip yine de hüküm çıkarmada kullanır. Sonuçta hadis olgusunu meşru sayma konusunda ortaktırlar. Kur’an’ın tek başına yeterli rehber olduğu düşüncesini reddedip mutlaka Hz. Peygamber’in nakledilen sözlerine ihtiyaç duyulduğunu savunurlar.
Hz. Peygamber’e atıf: Her iki yaklaşım da Hz. Muhammed’in beşer sözü olarak aktardığı rivayetleri dini bağlamda otorite kabul eder. Geleneksel ekol bunu açıkça yapar; ikinci ekol ise “bu söz gerçekten peygambere ait mi” sorusunu sorsa da, gerçek olduğuna inandığı takdirde aynı şekilde bağlayıcı görür. Yani her ikisi de peygambere itaat kavramını, sadece Kur’an vahyini tebliğ etmekle sınırlamaz; hadisleri de peygamberin din koyucu beyanları sayar. Bu da, Kur’an’ın emrettiği “Resul’e itaat” ilkesinin ötesine geçerek “peygambere (nebi olarak) itaat” anlayışına kapı aralar. Oysa Kur’an’da Allah’a ve Resûlü’ne itaat istenir; Resul olarak vazifesi de yalnızca vahyi tebliğ etmektir (Maide 5:67). Her iki görüş bu sınırı aşarak, vahiy dışındaki sözleri de din kapsamına sokar.
Kur’an da olmayan hükümlerin dine girmesi: Gerek tüm hadisleri alan gerekse “Kur’an’a aykırı değilse hadis kabul edilir” diyen yaklaşım, fiilen Kur’an’da bulunmayan bazı uygulamaları ve kuralları dinin parçası haline getirir. Örneğin ilk grup, recm cezası, kadınların örtünme şekilleri, şefaati, Kuran dışı vahyi, şeytan taşlama, kabir azabı v.b. gibi birçok konuda hadislerle amel ederek, Kur’an’da geçmeyen bu hükümleri uygular. İkinci grup her ne kadar “Kur’an’a aykırı değil” ölçütü koysa da, aslında Kur’an’da geçmeyen bir uygulamayı sadece ona aykırı olmadığı için onaylamak yine dine ekstra bir kural eklemek demektir. Bu zihniyet, “Kur’an eksiktir, boşlukları hadis doldurur” düşüncesini ortak payda yapmaktadır.
Hadis rivayetlerine güvenme sorunu: Her iki yaklaşım da sonuç olarak tarihsel rivayet zincirlerine dayanmaktadır. Biri Buhari, Müslim gibi kitaplarda gelen her sahih hadis zincirine güvenirken, diğeri de kendi kriterlerine göre güvenilir gördüğü bazı rivayetleri alır. Ancak Kur’an perspektifinden bakınca, Resulullah’tan onlarca yıl sonra yazıya geçirilmiş, zan içerikli haberlerle amel etmek ortak bir zafiyettir. Hadisçiler, ravilerin güvenilirliğine itimat etse de sonuçta insandırlar ve yanılabilirler. İkinci yaklaşım da hadislerin metnine bakarken subjektif davranabilir. Neticede iki taraf da Kur’an’ın kesin hükmü yerine insan ürünü rivayetlere belli ölçüde bel bağlamaktadır.
Peygambere isnatlı uydurmaları meşrulaştırma riski: En kritiği, bu her iki görüş de Hz. Muhammed adına söylenip yazılmış sözleri dinin kaynağı yaparak, farkında olmadan peygambere iftira edebilmektedir. Geleneksel ekolde bu risk daha büyüktür, zira on binlerce hadisin arasında “uydurma hadis” olabileceği bilindiği halde hepsine din muamelesi yapılabiliyor. “Kur’an’a uygun hadis” diyenler ise güya peygambere atılmış iftiraları ayıklamayı amaçlar, fakat onların da hadis olgusunu bütünüyle reddetmemesi yüzünden birçok uydurma söz din içinde yaşamaya devam eder.
Kur’ancılar haklı olarak der ki: “Anlam olarak Kur’an’a aykırı olmasa bile, hadis denilen metinlerin tümü Kur’an’dan yıllar sonra oluşturulmuştur; dini hüküm koyma ve kutsallaşma amacı güdülerek yazılmışlardır. Allah’ın koruması altında olmayan bu metinlere kutsiyet atfedilemez, Kur’an’ı anlamada kriter yapılamaz”. Hadisleri kabul eden ümmetlerin sonunun hüsran olduğu Kur’an da yer almaktadır. Yani aslında her iki görüş de hadis kavramını reddetmediğinden, sahte rivayetlerin dine sızmasına karşı kapıyı tam kapatmış sayılmaz.
KUR’AN’A UYGUN OLSA BİLE HADİS DİN KOYAMAZ
Önemli bir nokta da şudur: Diyelim bir hadis mana olarak Kur’an’a aykırı değil; örneğin “İyiliği emredin, kötülüğü menedin” hadisi Kur’an’ın ruhuyla uyumlu. Bunu kabul etmekte ne zarar var? Şu zararı var: Hadis olgusunu meşrulaştırmış olursunuz. Yani “Bakın bu hadis Kur’an’la aynı şeyleri söylüyor, demek ki sahih” dediğiniz an, başka birisi de çıkar “Şu hadis de Kur’an’a pek ters değil” diye diye yüzlerce rivayeti din diye anlatır. O noktada siz hangi kriterle dur diyeceksiniz? “Kur’an’a tamamen uygun mu, %50 mi uygun” tartışması ucu açık bir tartışmadır. Kur’an “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir” der (Maide 5:44). Allah’ın indirdiği Kur’an’dır; hadisler indirilmemiştir, sonradan ortaya çıkmıştır. Öyleyse içeriği masum görünse bile herhangi bir hadisi dini delil kabul etmek yanlıştır. Kaldı ki bugün “Kur’an’a uygun” denilen birçok rivayet aslında sonradan Kur’an ayetlerine göre uydurulmuş olabilir. Hadis uyduran birisi elbette tamamen zıt bir şey uydurmaz; mevcut ayetlere paralel sözler üretip araya zehrini katar. Kur’an bize, “Onlar ki Kur’an dışında bir hadise (söze) uyuyorlar” diyerek önceki ümmetlerin düştüğü hatayı haber veriyor (Lokman 31:6). Maalesef hadis geleneği de önceki kitap ehlinin yaptığı hatanın benzeridir. “Allah’tan ve O’nun ayetlerinden sonra hangi hadise iman edecekler?” (Casiye 45:6) ayeti son derece düşündürücüdür. Kur’an varken “peygamberimiz şöyle demiş…” diye kaynak arayanlar, farkında ya da olmadan Kur’an’a muhalif bir tavır sergiler. Zaten mezhepler ve ekoller de bu şekilde oluşmuştur. Sorduğumuz zaman herkes ;’’kendimize göre Kuran’a uygun bulduğumuz şu hadisi aldık, suçumuz yok’’ diyerek kendini aklamaya çalışır. Peki sonuç ne olmuştur? 1200 senede Kuran’ı unutan ve binlerce fırkaya ayrılmış 2 milyar insan…
SÜNNET İDDİASIYLA GELEN ÇELİŞKİLER
Hadis-savunucu kesimin tipik iddiası, “Efendimiz Kur’an’ı açıklandı; o olmazsa din yaşayamazdı” şeklindedir. Ne var ki pratikte bu iddia bizzat hadis kaynaklarındaki çelişkilerle boşa düşmektedir. Aynı konuda farklı uygulamalar, mezhepten mezhebe değişen sünnet yorumları vardır. Madem Hz. Peygamber Kur’an’ı açıklamıştır, öyleyse ümmet niçin onun sünnetinde bile ittifak edememektedir? Çünkü eldeki malzeme güvenilir değildir. Örneğin namaz gibi ibadetlerin teferruatında bile hadisler farklı şeyler söyler: Kimi rivayette sabah namazında kunut yapılır, kimisinde yapılmaz; birinde ezan okurken “es-salâtü hayrün mine’n-nevm” (sabah ezanında okunan “namaz uykudan hayırlıdır” cümlesi) var, ötekinde yok; bir hadis tahiyatta yalnız “ettehiyyatü lillah” okunacağını söyler, başka hadis salavat ekler, Her bir mezhepte abdestinden namazına bir sürü helal haram farkı vardır. Güya ki yüzbinlerce hadis içinden bir sentez yapıp ortak bir uygulama oluşturulmuştur, buna da “sünnet” denmiştir. Halbuki ortada teklif edilen tek bir sünnet yok, sayısız varyasyon vardır. Geleneksel ekol bunları fıkıh usulüyle mezheplere göre sistemleştirmiştir. “Kur’an’a uygun hadis” diyenler ise bu detaylara girmek istemeyip sadece ana ilkeleri alalım der. Aslında doğru olan, tüm bu keşmekeşi arkada bırakıp yalnız Kur’an’ın çizdiği çerçevede kalmaktır. Zira Kur’an’ın çizdiği çerçeve sapasağlamdır, ihtilaf barındırmaz; Allah’ın koruması altındadır. Kulların sözleri ise koruma altında değildir, türlü tutarsızlığı barındırmıştır ve barındıracaktır.
SADECE KUR’AN, KUR’AN VE YİNE KURAN!!!!
KUR’AN’IN UYARISI: DİNDE TEK KAYNAK VE “HANGİ HADİSE İNANACAKLAR?”
Bunca delilden sonra, şimdi en önemlisi olan Kur’an ayetlerine bakalım. Yüce Allah, gönderdiği kitabın din adına tek rehber olduğunu defalarca vurgulamıştır. Kur’an’da “Size indirilene uyun, O’ndan başka velilere uymayın” buyurulur (A’raf 7:3). “Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet; O’ndan gelen hakikatleri bırakıp onların heva heveslerine uyma” diye emredilir (Maide 5:48-49). Kur’an’ın kendisi dışındaki kaynaklara yönelmeyi yasaklayan en çarpıcı ayetlerden biri, Câsiye Suresi 6. Ayettir:
“İşte bunlar, sana hak ile okuduğumuz Allah’ın ayetleridir. Öyleyse Allah’a ve O’nun ayetlerine inanmadıktan sonra hangi hadise inanacaklar?”
Bu ilahi soruya dikkat edelim: Allah ve O’nun ayetleri dururken, bunları yeterli görmeyip de hangi “hadis”e inanılabilir? Ayette geçen “hadis” kelimesini bazıları “söz, haber” diye genel çevirir, ancak hangi söz olursa olsun Kur’an’dan sonra inanılacak hiçbir beşer sözü din olamaz anlamı açık değil midir? Bir başka vurgu Mürselât Suresi 50. Ayette gelir: “Onlar bu Kur’an’a inanmayacaklar da ondan sonra daha hangi söze (hangi hadise) inanacaklar?”. Yani Kur’an’dan yüz çeviren bir toplumun elinde artık doğru adına hiçbir söz kalmaz; Kur’an yok sayılıp da alternatif “hadis”lere yönelenler, haktan sapmış demektir.
Kur’ân Dinde Tek Kaynaktır ve Kâfidir: Yüce Allah, Kur’an’ın apaçık, eksiksiz ve mübin bir hidayet rehberi olduğunu bildirir. “Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En’âm 6:38) buyuran Yüce Allah, din adına gerekli her prensibi kitabında açıklamıştır. Nitekim Kur’an’cı ekolün temel tezi de budur: “Kur’an indirilmeye başlandığından beri dinin tek kaynağı odur; Kur’an mübindir, açıklaması için başka kaynağa ihtiyaç yoktur”. Dolayısıyla “sünnet ve hadis olmadan Kur’an anlaşılamaz” demek, Kur’an’a iftira atmaktır. Bu iddia, Allah’ın “hidayet kaynağı olarak indirdiği” kitabı yetersiz görmek anlamına gelir. Oysa Kur’an “apaçık öğüt, ışık, rahmet” olarak nitelendirilir ve “insanlara her türlü misali verdik” (Kehf 18:54) buyurulur. Aklı başında her insan, Kur’an’ı bizzat okuyup anlayabilir; Allah bizden kula kulluğu değil, kitabını düşünmemizi istemiştir. Hadisçiler Kur’an’ı adeta kapalı ve eksik ilan ederek kendi rivayet kaynaklarını vazgeçilmez kılmaya uğraşırlar, fakat bu hem yanlıştır hem de Allah’ın kitabına saygısızlıktır.
Hz. Peygamber’in Görevi Sadece Kur’an’ı Tebliğdir Kur’an’a göre Resûlullah’ın en temel vazifesi, kendisine vahyedileni insanlara tebliğ etmek ve açıklamaktır (bkz. Maide 5:67, Nahl 16:44). “Ey Resul ! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer yapmazsan elçiliğini yerine getirmemiş olursun” (Maide 5:67) emri, peygamberin dini tebliğde eksiksiz olmak zorunda olduğunu gösterir. Nitekim Kur’an, müminlere defalarca “Size indirilene uyun” (A’raf 7:3 vb.) der. Hiçbir ayette “indirilmeyene (hadislere) de uyun” denmez. Zaten Hz. Muhammed de “Ben sadece bana vahyedilene uyarım” (En’âm 6:50) buyurmuş, kendi sözüyle hüküm koymamıştır. O, Resul sıfatıyla konuştuğunda Kur’an’ı iletmiştir; nebi olarak kendi hayatında ortaya koydukları ise onu bağlar, fakat ümmeti için din kuralı değildir. İşte hadis/sünnet savunucularının en büyük yanılgısı buradadır: “Peygambere itaat” derken aslında Allah’ın indirmediği sözleri de dine dâhil ederler. Kur’an’a uygun olsa bile peygambere atfedilen herhangi bir sözü din hükmü gibi görmek, peygamberi Allah’a eş bir hüküm koyucu yapmaktır ki bu şirke varır. “Resul’e itaat edin” demek “Allah’ın mesajına uyun” demektir; peygamberin kendi adına konuştuğu şeyleri din haline getirin demek değildir. Gelgelelim hadisçiler, Kur’an’ın bu duruşunu bozar ve dini metin olarak insan sözü karıştırırlar. Hz. Muhammed’i seven ve gerçekten itaat etmek isteyen biri, onun bize aktardığı Allah kelamına sarılır; rivayet kitaplarına değil.
Kur’an’ın mucizevi mesajına bakın ki, daha Hz. Peygamber zamanında inen bu ayetler, onun vefatından sonra ortaya çıkacak “hadis kitaplarına sarılma” sapmasını önceden haber veriyor adeta. Allah’ı ve ayetlerini yetersiz görenler bu soruya, hadis kitaplarını sayarak cevap vermektedirler. Gerçekten de günümüz hadis yanlıları, Kur’an’ın bu net ikazını duyduklarında “Eee Buhari, Müslim de Allah ve Resulünün sözleridir” diyerek kendi ürettikleri kaynakları ileri sürüyorlar. Fakat ayet gayet kesin: Allah’ın indirdiği ayetlerden sonra inanılacak hiçbir hadis yoktur!
Kur’an bunun gerekçesini de açıklar: İslam dininde hüküm koyma yetkisi yalnız Allah’ındır. Şöyle buyurulur: “Hüküm yalnız Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir” (Yusuf 12:40). Yine En’âm Suresi 114. Ayette Peygamber’e hitaben:
“Allah size Kitabı (Kur’an’ı) indirmiş ve onu ayrıntılı olarak açıklamış iken, ben O’ndan başka bir hakem mi arayacakmışım?”
Bu ayet de son derece mühimdir. Allah, indirdiği kitapta ihtiyaç duyduğumuz her şeyi açık açık bildirmiştir; öyleyse insanlar arası ihtilaflarda ve dinî meselelerde Allah’ın hükmü dururken başka bir hakem aramak, başka mercilere başvurmak yanlış olur. Kur’an mufassalan indirilmiştir – yani Allah, vahyini detaylandırıp açıklamıştır. Aynı surede (En’âm 6:38) “Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” buyrulur. Yine Nahl Suresi 89. Ayette Kur’an için “her şeyin apaçık beyanı” ifadesi geçer. Demek ki Kur’an, Allah’ın dini için insanlara yetmektedir; herhangi bir eksik bırakılmış olsaydı Allah onu da açıklar veya ayrıca bir kaynak vazederdi. Hâşâ, Allah dinini eksik bırakmış da, kulların hadis kitaplarıyla bu eksiği tamamlaması gerekirmiş gibi düşünmek, Allah’ın kitabını yetersiz görmek olur. Gerçek bir mümin, böyle bir şeyi asla iddia edemez. Zira Kur’an bizzat şöyle der:
“…Size bu Kur’an’ı indirdik ki her şeyin açıklaması, doğru yol rehberi, rahmet ve müjde olsun.” (Nahl 16:89)
“Andolsun, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır. Kur’an, uydurulabilecek bir hadis değildir; bilakis kendinden önceki vahiyleri doğrulayan, her şeyi açıklayan ve iman eden toplum için bir hidayet ve rahmet olandır.” (Yusuf 12:111)
Bakınız Yusuf Suresi 111. Ayeti özellikle vurgulayalım: ‘’Kur’an, uydurulmuş bir hadis değildir.’’ Aksine, vahiyden olduğunun kanıtı, her şeyi detaylı açıklaması ve önceki vahiyleri tasdik etmesidir. Bu ifade, Kur’an ile hadis arasındaki farkı net koymaktadır: Kur’an Allah’tandır ve detaylı beyan içerir; hadisler ise insan sözüdür ve dine delil olamaz. Kur’an, dini hükümlerde hiç kimseyi Allah’a ortak koşmamamız için gelmiştir. Şura Suresi 21. Ayette sorulur: “Yoksa onların öyle ortak koştukları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden onlara şeriat kıldılar?” İşte hadis ve rivayetlere dinî hüküm kaynağı statüsü vermek, bilerek bilmeyerek Allah’a ortak koşmaya kadar varan tehlikeli bir yoldur. Çünkü dinde helal-haram, farz-sünnet belirleme yetkisi sadece Allah’ındır; Resul de O’nun vahyini iletmekle ve Kuran ayetleriyle uygulamakla yükümlüdür.
Hadisçi kesimin sıkça öne sürdüğü “peygambere itaat edin” şeklindeki ayetlere gelince Peygamber farsça bir sözcük olup Kuran da Nebi ve Resul kelimeleri geçer. Resul’e olan bu itaat, Resulullah’ın getirdiği vahye uymak demektir. Zaten Kur’an’da “Resul’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa 4:80) buyurularak, Resulün tüm misyonunun Allah’ın emirlerini yani Kuran’ı olduğu gibi tebliğ edip insanlara ulaştırmak olduğu belirtilir. “Resule itaat” denince, sanki Kur’an’dan ayrı bir hüküm kaynağına itaat etmek gerektiğini sanmak büyük bir yanılgıdır. Şirktir. Zira aynı Kur’an, defalarca “Resulün görevi apaçık tebliğden başka bir şey değildir” (Nur 24:54, Ankebut 29:18, Maide 5:99) diyerek Peygamberimizin din adına tek vazifesinin vahyi tebliğ etmek olduğunu beyan etmiştir. O’nun şahsi sözleri, uygulamaları elbette ki olmuştur. Hayatı boyunca tabi ki susmamıştır. Ama bu kişisel hayat asla dinde ölçüt değildir. O’nu bağlar. Nebi olarak herkes gibi hayatıdır. Resul olarak asla Kitap dışına çıkmamıştır. Hz. Muhammed’in Resul olarak söylediği her söze biz şuan sahibiz; Kur’an’dır. Kısacası, Kur’an, Resulullah’ın tebliğ ettiği yegâne emanettir. Allah’ın Elçisi aramızda yokken Onun sözünü taşıdığını iddia eden on binlerce rivayete iman edip Kur’an’ı ikinci plana atmak, Peygamber’e itaat değil, bilakis O’nun mirasına ihanettir. Nitekim Kur’an’da, kıyamet günü Peygamberimizin “Rabbim, benim kavmim bu Kur’an’ı terk etti!” diye şikâyette bulunacağı haber verilir (Furkan 25:30). Maalesef bugün ümmetin Kur’an’ı terk edişinin en bariz göstergesi, Allah’ın açık ayetleri yerine insanların uydurduğu hadislere sarılmalarıdır.
HADİSLERİN TAMAMEN REDDEDİLMESİ BİR SEÇENEK DEĞİL, ZORUNLULUKTUR
Yukarıda ortaya koyduğumuz tarihi ve akli deliller, ayrıca apaçık Kur’an ayetleri göstermektedir ki: Dini yalnız Kur’an’dan almak, hiçbir hadisi dini referans kabul etmemek, gerçek bir mümin için tartışılmaz bir prensiptir. Hadisleri “tamamen yok saymak” bazılarına aşırı gelebilir, fakat Kur’an’i olarak bakıldığında başka çare de yoktur. Çünkü bir nebze bile hadis otoritesi tanıdığınızda, hangi noktada duracağınızın sınırı kalmaz.‘Biz peygamberimizi çok seviyoruz, onu çok sevmek şirk midir’ diyenlere verilecek cevap şudur; Yahudiler de Musa ve Üzeyr’i, Hristiyanlar da İsa’yı çok seviyoruz diyorlardı…’’ Ilımlı hadisçi yaklaşımının en büyük açmazı, keyfi ve tutarsız oluşudur. Hangi hadisin “Kur’an’a uygun” sayılıp hangisinin reddedileceği tamamen şahsi kanaatlere kalır. Birinin makul gördüğünü öbürü saçma bulabilir. Sonuçta herkes kendi arzularına göre din uydurmuş olur ki bu, Kur’an’ın yasakladığı bir tutumdur. Üstelik Kur’an’a zıt olmadığı sanılan nice hadis gerçekte İslam’ın ruhuna aykırı hurafeler veya önceki kültürlerden sızmış rivayetler olabilir.
Farz edelim ki bir hadis Kur’an’a aykırı değil; zaten öyleyse hükmü Kur’an’da vardır, hadise ihtiyaç yoktur. Mantık hatası da cabasıdır. Eğer hadisin söylediği şey Kur’an’da yoksa –her ne kadar aykırı görünmese de– bu defa o hadis, Kur’an’ın eksik bıraktığı yeni bir hüküm getirmiş olur ki bunu kabul etmek, “Allah’ın hükmünde eksik vardı, onu falanca ravinin sözüyle tamamladık” demektir! Bu ise az önce değindiğimiz şirk tehlikesine çıkar. Nitekim Allah, “Onların Allah’ı bırakıp bilginlerini ve din adamlarını rab edindiklerini” söyleyen Tevbe 31. Ayette, insanların din önderlerinin hüküm koyma yetkisini kabullenmesini şirk saymaktadır. Günümüzde de hadis imamlarını adeta “rab” mertebesine çıkarırcasına dine ortak koşan bir zümre mevcuttur. Hiç unutmamalıyız: İslam, Allah’ın dinidir; onu koruyan da Allah’tır. Allah dinde hadislere ihtiyaç olsaydı onları da korur, vahiy iletisi gibi garantiler verirdi. Oysa tam tersine, Resulü aracılığıyla hadis yazımını men etmiş; bizim için tek güvenilir ölçü olarak Kur’an’ı bırakmıştır.
İşin bir diğer yönü de şudur: Hadisleri din dışı bıraktığımızda aslında hiçbir hayrı, güzelliği kaybetmeyiz; tam aksine, binlerce yalan ve çelişkiden kurtulmuş oluruz. Kur’an, bir müminin iman, ibadet, ahlak, hukuk olarak ihtiyaç duyacağı her temel ilkeyi zaten kapsamaktadır. Hadisleri reddetmek demek, Peygamberimizin yaptığını reddetmek değildir Tam tersine, O’nun yaptığını doğrudan Kur’an’dan öğrenmek ve devam ettirmek demektir. Resulullah’ın uygulaması Kur’an’a uygundu; biz de Kur’an’a uyduğumuzda aynı uygulamayı sürdürüyoruz. Fakat hadis kitaplarında rivayet edilen ve Resule atfedilen şeyler aslında Onun yapmadığı işlerdir. Bir kısmı önceki ümmetlerin hurafelerinden kopyadır, bir kısmı siyasi çıkarlarla uydurulmuştur, bir kısmı masum bir sözü çarpıtmıştır vs. Bunları ayıklamanın garantili bir yolu yoktur. En iyi hadis alimleri bile nice hatalı rivayeti “sahih” diye almış, nice sahih sözü de gözden kaçırmıştır. Sonuçta altı büyük hadis kitabında bile ortak hadis sayısı az, ihtilaflı hadis miktarı pek fazladır. Eğer din iki ayrı kaynağa (Kur’an ve hadislere) dayalı olsaydı, bu Allah’ın dininde müthiş bir düzensizlik anlamına gelirdi. Birbirini tutmayan binlerce referansla hakikat tek olmazdı. Nitekim Ehl-i hadis geleneğinin ortaya çıkardığı şey, tam da budur: İslam’ın birliği bozulmuş, yüzlerce mezhep, tarikat türemiş, her fırka kendi hadis setine göre bir din resmi çizmiştir. Allah ise bir ayette şöyle buyurur: “Eğer (ilahınız) Allah’tan başka olsaydı, muhakkak (kâinatta) düzensizlik ve ayrılık olurdu” (Enbiya 21:22). Düşünün ki Allah’ın dini Kur’an ile pırıl pırıl ortada dururken, insanlar O’nu bırakıp binlerce farklı rivayete, şahıs sözüne yönelince ne oldu? Dinde birlik kalmadı, her kafadan bir ses çıktı. Bugün müslümanlar arasında bitmek bilmeyen tartışmaların, mezhep sürtüşmelerinin, hurafelerin kökenine inin, mutlaka dayanak olarak bir “hadis” veya “ulema sözü” bulursunuz. Kur’an tek kaynak olsa, hükümler net olacaktı; zira Allah’ın kelamı açıktır. Ama beşeri yorumlar ve rivayetler devreye girince bulanıklaşmıştır. Öyleyse, bu bataklığı kurutmanın yegâne yolu, en başa dönmek, İslam’ı Allah’ın Kitabından öğrenmektir.
Sonuç olarak; Allah’ın kitabını tam yeterli görmeyip yanına kul sözlerini ikinci kaynak yapan herkes, Kur’an ölçüsüne göre hata içindedir. “Az hatalı, çok hatalı ” denmez; zira tevhid dini, azıcık bile olsa Allah’ın yanına bir ortak konmasına müsaade etmez. Hadisleri tamamen reddetmek, bir tercih meselesi değil imana sadakat meselesidir. Kur’an, “Allah ve ayetlerinden sonra hangi hadise inanacaklar?” diye sorarken aslında bize, mü’min olup olmadığımızı da sormaktadır. Biz, “işittik ve itaat ettik” diyerek yalnız Allah’ın Kelamına sarılmakla yükümlüyüz. Hadislerin din kaynağı sayılmasına topyekun son vermedikçe, İslam dünyası bu kısır döngüden kurtulamayacak, hurafelerle boğuşmaya devam edecektir. Tek kurtuluş, Kur’an’a dönmek, onu tek merci edinmektir. Bunu yapmak hadis düşmanlığı değil; bilakis Hz. Muhammed’e gerçek manada tabi olmaktır. Çünkü O da bize yalnız Kur’an’ı miras bırakmıştır. Kur’an’ın ifadesiyle: “O, hevâdan konuşmaz. Onun sözü kendisine vahyedilenden ibarettir.” (Necm 53:3-4) – İşte bu nedenle diyoruz ki: Kur’an dışındaki bütün sözler, hükümler beşerîdir ve İslam’da bağlayıcı olamaz. Allah’ın koruması altındaki tek metin Kur’an’dır (Hicr 15:9). Hal böyleyken, ne diye korunmamış, karmakarışık insan rivayetlerine tenezzül edelim? Gelin, Resulullah’ın şikâyet ettiği o kişilerden olmayalım; Kur’an’ı terk eden gafillerden uzak duralım. Dinin tek kaynağı Kur’an’dır – ve onu rehber edinenler, ne hadis safsatalarının karanlığına düşer, ne şeytanın oyunlarına kanar, ne de hesap gününde yüzü kara olur.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında açıkça görülüyor ki, tevhid dini olan İslam’ın asli kaynağı sadece Kur’an’dır. Kur’an dışında bir “hikmet, sünnet, hadis” adı altında ikinci bir vahiy kabul etmek, hem Allah’ın kitabına saygısızlık hem de peygambere iftira olur. Geleneksel hadisçi anlayış da, “Kur’an’a uygununu alırız” diyen yarı-hadisçi anlayış da bu temel hatadan kurtulamamıştır. Bizim elimizde, 21. Yüzyıla ve kıyamete kadar Allah’ın korumasıyla sapasağlam ulaşmış bir kitap varken, ondan asla emin olamayacağımız kitaplara dini hüküm koyma yetkisi vermek büyük bir gaflettir. Nitekim günümüzde hadis savunuculuğu, Müslümanları mezhep mezhep ayırmış; onca uydurma hurafe yüzünden nice insanın dinden soğumasına yol açmıştır. Bir kısım ulema, İslam’ı hadislerdeki tutarsızlıklardan korumak için kırk takla atmak zorunda kalmıştır. Artık bu yanlış gidişe bir “dur” deme vakti gelmiştir.
Kur’an ve akıl süzgeciyle düşünen müminler, hadis efsanelerine prim vermedikçe “iki kaynakçı” ekol çökmeye mahkûmdur. Zira Kur’an’ın pırıl pırıl nuru, beşer rivayetlerinin karanlığını dağıtır. Kur’an, “Eğer (bu Kur’an) Allah’tan başkası katından gelseydi, içinde birçok çelişki bulurlardı” (Nisa 4:82) diyerek ilahi kelamın eşsiz tutarlılığını ilan eder. Hadis kitapları ise çelişkilerle doludur; bu bile onların beşer işi olduğunun delilidir. Aklını kullanan bir Müslüman, Allah’ın kelamındaki mükemmelliği görür ve heva ürünü haberlere bel bağlamaz.
Son olarak, hadis savunucularına şu gerçeği hatırlatalım: Kur’an, Peygamberimize yapılabilecek en büyük iftiranın, Allah adına yalan uydurmak olduğunu bildirmektedir (Zümer 39:32). Siz, Resul adına uydurulmuş sözleri din diye aktarmaya devam ederseniz, bilmeden o yalanı sürdürmüş olursunuz. Bu hem Allah’a iftira, hem peygambere iftiradır. Hz. Muhammed’e bağlılığın yolu, onun getirdiği Kitab’a sımsıkı sarılmaktır, ondan sonra uydurulan rivayetlere değil. “Allah’ın ipine hep birlikte sarılın, ayrılığa düşmeyin” (Al-i İmran 3:103) emri, tüm müminleri tek bir vahiy etrafında birleşmeye çağırır. Biz “bize Kur’an yeter” derken aslında bu ilahi çağrıya uyuyoruz. Bize “peygamber düşmanı” diyenler ise bilsinler ki, asıl düşmanlık peygamberin tertemiz dinine hurafe karıştırmaktır. Kur’an İslam’ı, rivayet dinine galip gelecektir – çünkü batıl zail olmaya mahkumdur. Allah, Kur’an’da “De ki: Hak geldi, batıl yok olup gitti. Zaten batıl yok olmaya mahkumdur” (İsra 17:81) buyurur. Hak olan Kur’an güneşi yükselince, hadis gölgelerinin karanlığı dağılacaktır.
Sonuç olarak: Geleneksel olsun “ılımlı” olsun, hadisi din kaynağı sayan tüm görüşler mantıken de naklen de yanlıştır. İslam akıl ve vahiy dinidir, rivayet ve sanı dinine dönüştürülmeyi hak etmemektedir. Allah’ın nuru olan Kur’an elimizde dururken, ona eş tutulan “hadis kaynakları”nın hükmü yoktur. Müminler, Kur’an’ı anlamak için yine Kur’an’ın içinde yol bulmalı; kendilerine Kur’an yeter deyip, Resulullah’ın tek mucizesi olan bu kitabı hayatlarına rehber etmelidir.
___________________________________________________
Kaynaklar:
Diyanet İşleri Başkanlığı, “Kur’ân ve Sünnet Bütünlüğü”, Sakarya Müftülüğü yayını.
- Anıl Aslan, “Kur’ancılar ve Bize Kur’an Yeter Söylemi”, adilmedya.com, 2025.
TDV İslâm Ansiklopedisi, “Haber-i Vâhid” maddesi (Kur’an’a aykırı hadis örneği olarak recm meselesi).
Celâl Emanet, “Kur’an İslamcılığı ve Hadislerin Kur’an’a Arzı”, islamtarihi.net, 2020.